Sela Bid’at midir? Bir Hikâye Üzerinden İnanç, Gelenek ve Anlayışın Yolculuğu
Bir akşam, küçük bir Anadolu kasabasındaki caminin avlusunda oturuyorduk. Yaz mevsimiydi; ezan yeni okunmuş, kuşlar susmuş, ama insanlar hâlâ sessizdi. Hoca efendi minareden “Sela okunur mu, okunmaz mı?” diye tartışılan bir meseleye değinmişti. İşte o an, içimde bir hikâye doğdu. Çünkü mesele sadece bir “bid’at” tartışması değil; nesiller, duygular ve inançlar arasındaki görünmez köprülerin hikâyesiydi.
---
I. Bölüm: Köyde Sessiz Bir Akşam ve “Sela”nın Yankısı
Köyün yaşlısı İsmail Dede, elindeki bastonla taş avluda yavaşça yürüyordu. O, sela sesini duymadan rahat edemeyenlerdendi. “Evladım,” derdi, “Sela, ölünün ardından değil, dirinin kalbinde yankılanır.” Onun için sela, bir gelenekten fazlasıydı — bir hatırlayış, bir dua zinciri.
Ama o akşam caminin avlusunda farklı sesler yükselmişti. Genç imam Yusuf, dinî metinlerden aldığı bilgilerle konuşuyordu:
“Hocam, sela Peygamber döneminde yoktu. Bid’at olabilir. Her yeni şey doğru değildir.”
Köyün öğretmeni Zeynep Hanım da oradaydı. Söz aldı, sakin ama kararlı bir sesle:
“Yusuf, belki de mesele ‘var mıydı yok muydu’ değil; ‘neye hizmet ediyor’ meselesidir. İnsanlar sela duyunca dua ediyor, kalbi yumuşuyor. Bu, bir bağ kurma biçimi değil mi?”
Bu diyalogda, Yusuf’un stratejik, metin odaklı yaklaşımıyla Zeynep’in empatik, insan merkezli düşüncesi çatışmıyor; aslında birbirini tamamlıyordu. İşte o an, köydeki tartışma bir fikir savaşına değil, bir öğrenme sürecine dönüştü.
---
II. Bölüm: Tarihten Gelen Bir Yankı
Tartışmanın büyümesiyle kasabanın kahvehanesinde herkesin bir görüşü vardı. Kimisi “sela”yı Osmanlı geleneğinin ayrılmaz bir parçası sayıyor, kimisi “bid’at” olarak görüyordu. Ancak kimse, bu uygulamanın tarihsel bağlamını tam bilmiyordu.
Ertesi gün, Zeynep Hanım öğrencilerine tarih dersinde bu konuyu araştırma ödevi verdi. Küçük Elif’in defterine yazdığı not, herkesi şaşırttı:
“Hocam, 16. yüzyılda Osmanlı müezzinleri selayı halkı cenazeye hazırlamak için okumaya başlamış. Yani dini değil, toplumsal bir ihtiyaçtan doğmuş.”
Bu bilgi, tartışmayı farklı bir boyuta taşıdı. Çünkü mesele “haram mı, değil mi?” çizgisinden çıkıp “toplumun ihtiyaçlarına göre şekillenen uygulamalar” meselesine dönüşmüştü.
İsmail Dede bu bilgiyi duyunca gülümsedi: “Demek ki bizim sela, gönülden gelen bir çağrının sesiymiş. Bid’at değil, rahmetin sesi.”
---
III. Bölüm: Erkeklerin Mantığı, Kadınların Duygusu ve Ortak Akıl
Köyün kahvesinde bu defa sessizlik hakimdi. Yusuf Hoca, bir çay yudumlarken Zeynep Hanım’a dönüp şöyle dedi:
“Belki de ben meseleye fazla teorik baktım. Din, bazen kitaplarda değil, insanların kalbinde yaşar.”
Zeynep gülümsedi. “Belki de senin gibi insanlar sayesinde biz duygularımızı, benim gibiler sayesinde siz metinlerinizi dengede tutuyoruz.”
Bu kısa diyalog, aslında kadının empatisiyle erkeğin stratejisinin nasıl tamamlayıcı olabileceğinin en sade örneğiydi. İkisi de kendi penceresinden haklıydı; ama mesele birlikte baktıklarında anlam kazanıyordu.
Bu noktada hikâye, sadece bir “dini uygulama” tartışması olmaktan çıktı. Artık mesele, “inanç ve insan” arasındaki bağın nasıl kurulacağıydı.
---
IV. Bölüm: Modern Dünyada Sela’nın Anlamı
Zaman ilerledi, köyün çocukları büyüdü, şehirde yaşamaya başladı. Ama sela, hâlâ onların hafızasında bir kök gibi duruyordu.
Bir gün Elif, artık bir sosyoloji öğrencisi olarak köyüne döndü. Bitirme tezini “Sela’nın Toplumsal İşlevi ve Dini Algıdaki Yeri” üzerine yazmıştı. Tezinde şunlar yazıyordu:
“Sela, dinî bir ritüel olmanın ötesinde, toplumsal hafızanın sesidir. İnsanlar kaybettikleriyle, değerleriyle ve birbirleriyle bağ kurmak için sese ihtiyaç duyarlar. Bu ses, kimine göre bir bid’at, kimine göre bir dua; ama her durumda bir anlam köprüsüdür.”
Bu tez, sadece akademik bir çalışma değil, köyde başlayan bir hikâyenin bilimsel tamamlayıcısıydı.
---
V. Bölüm: İnanç, Gelenek ve Yenilenme
Elif’in mezuniyet töreninden sonra, Yusuf Hoca ve Zeynep Hanım köyün cami avlusunda yeniden buluştular. Cami hoparlöründen sela sesi yükseliyordu.
Yusuf Hoca artık bu sesi “bid’at” olarak değil, “halkın duasının yankısı” olarak görüyordu.
Zeynep ise o sesi, geçmişle gelecek arasında kurulmuş bir köprü olarak duyuyordu.
O an ikisi de fark etti ki, inanç bazen metinlerle korunur ama geleneklerle yaşar.
---
VI. Bölüm: Okuyucuya Bir Soru
Forumda bu hikâyeyi paylaştığımda pek çok kişi farklı yorumlar yaptı. Kimi “Sela bid’at değildir, yaşatılmalıdır” dedi; kimi “Aslolan sünnettir, fazlası bid’attir” diye yazdı.
Ama asıl soru şuydu:
Bir uygulamanın değeri, kökeninde mi yatar yoksa insanların ona yüklediği anlamda mı?
Bir gelenek, toplumu birleştiriyorsa, o hâlâ bid’at sayılır mı?
Ve en önemlisi, dini yaşamak mı önemli, yoksa onu anlamak mı?
---
VII. Bölüm: Hikâyenin Sessiz Sonu
O akşam sela yeniden okundu. Köyün tepelerinden yankılandı, rüzgârla harmanlandı. Kimse tartışmıyordu artık. Çünkü herkes kendi cevabını bulmuştu.
İsmail Dede gözlerini kapatmış, dudaklarında sessiz bir dua vardı.
Yusuf Hoca içinden, “Bazen sessizlik en güçlü cevaptır,” diye geçirdi.
Zeynep Hanım uzaklara baktı: “Sela sadece ölülere değil, birbirimize de sesleniştir,” dedi.
Belki de sela, asırlardır süren bir insanlık çağrısıydı — duyanın kalbine, anlayanın vicdanına hitap eden bir ses.
Ve o ses, “bid’at midir?” sorusundan çok daha derin bir şey söylüyordu:
“Hatırla, bağ kur, unutma.”
---
Kaynaklar:
- Diyanet İşleri Başkanlığı, İslam’da Bid’at Kavramı ve Uygulamaları, 2021
- Prof. Dr. İlhami Güler, Din ve Gelenek İlişkisi Üzerine Notlar, Ankara İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2018
- Sahadan derlenen sözlü anlatılar ve kişisel saha gözlemleri (2023)
---
Bu hikâye, bir tartışmadan çok bir hatırlayıştır: Gelenek, anlamını sadece geçmişte değil, onu yaşatan kalplerde bulur.
Bir akşam, küçük bir Anadolu kasabasındaki caminin avlusunda oturuyorduk. Yaz mevsimiydi; ezan yeni okunmuş, kuşlar susmuş, ama insanlar hâlâ sessizdi. Hoca efendi minareden “Sela okunur mu, okunmaz mı?” diye tartışılan bir meseleye değinmişti. İşte o an, içimde bir hikâye doğdu. Çünkü mesele sadece bir “bid’at” tartışması değil; nesiller, duygular ve inançlar arasındaki görünmez köprülerin hikâyesiydi.
---
I. Bölüm: Köyde Sessiz Bir Akşam ve “Sela”nın Yankısı
Köyün yaşlısı İsmail Dede, elindeki bastonla taş avluda yavaşça yürüyordu. O, sela sesini duymadan rahat edemeyenlerdendi. “Evladım,” derdi, “Sela, ölünün ardından değil, dirinin kalbinde yankılanır.” Onun için sela, bir gelenekten fazlasıydı — bir hatırlayış, bir dua zinciri.
Ama o akşam caminin avlusunda farklı sesler yükselmişti. Genç imam Yusuf, dinî metinlerden aldığı bilgilerle konuşuyordu:
“Hocam, sela Peygamber döneminde yoktu. Bid’at olabilir. Her yeni şey doğru değildir.”
Köyün öğretmeni Zeynep Hanım da oradaydı. Söz aldı, sakin ama kararlı bir sesle:
“Yusuf, belki de mesele ‘var mıydı yok muydu’ değil; ‘neye hizmet ediyor’ meselesidir. İnsanlar sela duyunca dua ediyor, kalbi yumuşuyor. Bu, bir bağ kurma biçimi değil mi?”
Bu diyalogda, Yusuf’un stratejik, metin odaklı yaklaşımıyla Zeynep’in empatik, insan merkezli düşüncesi çatışmıyor; aslında birbirini tamamlıyordu. İşte o an, köydeki tartışma bir fikir savaşına değil, bir öğrenme sürecine dönüştü.
---
II. Bölüm: Tarihten Gelen Bir Yankı
Tartışmanın büyümesiyle kasabanın kahvehanesinde herkesin bir görüşü vardı. Kimisi “sela”yı Osmanlı geleneğinin ayrılmaz bir parçası sayıyor, kimisi “bid’at” olarak görüyordu. Ancak kimse, bu uygulamanın tarihsel bağlamını tam bilmiyordu.
Ertesi gün, Zeynep Hanım öğrencilerine tarih dersinde bu konuyu araştırma ödevi verdi. Küçük Elif’in defterine yazdığı not, herkesi şaşırttı:
“Hocam, 16. yüzyılda Osmanlı müezzinleri selayı halkı cenazeye hazırlamak için okumaya başlamış. Yani dini değil, toplumsal bir ihtiyaçtan doğmuş.”
Bu bilgi, tartışmayı farklı bir boyuta taşıdı. Çünkü mesele “haram mı, değil mi?” çizgisinden çıkıp “toplumun ihtiyaçlarına göre şekillenen uygulamalar” meselesine dönüşmüştü.
İsmail Dede bu bilgiyi duyunca gülümsedi: “Demek ki bizim sela, gönülden gelen bir çağrının sesiymiş. Bid’at değil, rahmetin sesi.”
---
III. Bölüm: Erkeklerin Mantığı, Kadınların Duygusu ve Ortak Akıl
Köyün kahvesinde bu defa sessizlik hakimdi. Yusuf Hoca, bir çay yudumlarken Zeynep Hanım’a dönüp şöyle dedi:
“Belki de ben meseleye fazla teorik baktım. Din, bazen kitaplarda değil, insanların kalbinde yaşar.”
Zeynep gülümsedi. “Belki de senin gibi insanlar sayesinde biz duygularımızı, benim gibiler sayesinde siz metinlerinizi dengede tutuyoruz.”
Bu kısa diyalog, aslında kadının empatisiyle erkeğin stratejisinin nasıl tamamlayıcı olabileceğinin en sade örneğiydi. İkisi de kendi penceresinden haklıydı; ama mesele birlikte baktıklarında anlam kazanıyordu.
Bu noktada hikâye, sadece bir “dini uygulama” tartışması olmaktan çıktı. Artık mesele, “inanç ve insan” arasındaki bağın nasıl kurulacağıydı.
---
IV. Bölüm: Modern Dünyada Sela’nın Anlamı
Zaman ilerledi, köyün çocukları büyüdü, şehirde yaşamaya başladı. Ama sela, hâlâ onların hafızasında bir kök gibi duruyordu.
Bir gün Elif, artık bir sosyoloji öğrencisi olarak köyüne döndü. Bitirme tezini “Sela’nın Toplumsal İşlevi ve Dini Algıdaki Yeri” üzerine yazmıştı. Tezinde şunlar yazıyordu:
“Sela, dinî bir ritüel olmanın ötesinde, toplumsal hafızanın sesidir. İnsanlar kaybettikleriyle, değerleriyle ve birbirleriyle bağ kurmak için sese ihtiyaç duyarlar. Bu ses, kimine göre bir bid’at, kimine göre bir dua; ama her durumda bir anlam köprüsüdür.”
Bu tez, sadece akademik bir çalışma değil, köyde başlayan bir hikâyenin bilimsel tamamlayıcısıydı.
---
V. Bölüm: İnanç, Gelenek ve Yenilenme
Elif’in mezuniyet töreninden sonra, Yusuf Hoca ve Zeynep Hanım köyün cami avlusunda yeniden buluştular. Cami hoparlöründen sela sesi yükseliyordu.
Yusuf Hoca artık bu sesi “bid’at” olarak değil, “halkın duasının yankısı” olarak görüyordu.
Zeynep ise o sesi, geçmişle gelecek arasında kurulmuş bir köprü olarak duyuyordu.
O an ikisi de fark etti ki, inanç bazen metinlerle korunur ama geleneklerle yaşar.
---
VI. Bölüm: Okuyucuya Bir Soru
Forumda bu hikâyeyi paylaştığımda pek çok kişi farklı yorumlar yaptı. Kimi “Sela bid’at değildir, yaşatılmalıdır” dedi; kimi “Aslolan sünnettir, fazlası bid’attir” diye yazdı.
Ama asıl soru şuydu:
Bir uygulamanın değeri, kökeninde mi yatar yoksa insanların ona yüklediği anlamda mı?
Bir gelenek, toplumu birleştiriyorsa, o hâlâ bid’at sayılır mı?
Ve en önemlisi, dini yaşamak mı önemli, yoksa onu anlamak mı?
---
VII. Bölüm: Hikâyenin Sessiz Sonu
O akşam sela yeniden okundu. Köyün tepelerinden yankılandı, rüzgârla harmanlandı. Kimse tartışmıyordu artık. Çünkü herkes kendi cevabını bulmuştu.
İsmail Dede gözlerini kapatmış, dudaklarında sessiz bir dua vardı.
Yusuf Hoca içinden, “Bazen sessizlik en güçlü cevaptır,” diye geçirdi.
Zeynep Hanım uzaklara baktı: “Sela sadece ölülere değil, birbirimize de sesleniştir,” dedi.
Belki de sela, asırlardır süren bir insanlık çağrısıydı — duyanın kalbine, anlayanın vicdanına hitap eden bir ses.
Ve o ses, “bid’at midir?” sorusundan çok daha derin bir şey söylüyordu:
“Hatırla, bağ kur, unutma.”
---
Kaynaklar:
- Diyanet İşleri Başkanlığı, İslam’da Bid’at Kavramı ve Uygulamaları, 2021
- Prof. Dr. İlhami Güler, Din ve Gelenek İlişkisi Üzerine Notlar, Ankara İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2018
- Sahadan derlenen sözlü anlatılar ve kişisel saha gözlemleri (2023)
---
Bu hikâye, bir tartışmadan çok bir hatırlayıştır: Gelenek, anlamını sadece geçmişte değil, onu yaşatan kalplerde bulur.